Başlıktaki artı 18'i görmeyeniniz var mı? :) Filmi pür dikkatimle izledim ve inanın bana artı 18 olmasını gerektiren hiç bir şey göremedim. Bazı sahnelerinden dolayı böyle bir uyarı koyma ihtiyacı hissettiklerini filmi izlerken mutlaka anlarsınız. Gel gelelim kanımca çok anlamsız olmuş. Toplumun kanayan yarasına tuz basmış yönetmen Yeşim Ustaoğlu. Evet filmin adı 'Tereddüt'. Ve anlamsızca +18 :) Sizlere bu güzel filmden kısaca bahsetmek istiyorum. Giriş cümlemde de bahsettiğim gibi filmin yönetmeni Yeşim Ustaoğlu. Baş rollerinde ise; kendisini birkaç oyununda izlemeye fırsat bulduğum Funda Eryiğit başta olmak üzere; Ecem Uzun, Okan Yalabık, Serkan Keskin ve Mehmet Kurtuluş oynuyor. Filmin konusu İstanbulda yaşayan psikiyatrist, Şehnaz (Funda Eryiğit) yine İstanbul'a çok uzak olmayan taşra kasabasında mecburi göreve başlar. Hafta içi görev yaptığı kasabada bulunurken, hafta sonları yine İstanbul'a evine yani kocası Cem'in (Mehmet Kurtuluş)yanına döner. Bu evlilik çok süper gibi gözükse de içten içe ters giden bir şeyler olduğu ortadadır. Bir gün hastaneye getirilen küçük yaşta bir kadın hasta olan Elmas( Ecem Uzun) ile ilişkisi Şehnaz'ı çok etkiler.Akli dengesini yitirmek üzere olan Elmas da Şehnaz'ın yardımıyla ruhundaki yaraları tek tek saracaktır. Statüleri farklı olan bu iki insan aslında aynı kaderi yaşadıklarının farkında değillerdir. Toplumda kadına olan baskının, yine bir kadın yönetmen tarafından anlatılması bana göre çok değerli. Statü ayırt etmeden; sadece cinsiyeti kadın olduğu için değersiz bir obje olarak görülen kadınlarımızın ortak sorunlarını derinlemesine işleyen ve bunu yaraya tuz basa basa anlatan yönetmeni bu erdemli cesaretinden dolayı tebrik etmek lazım.Filmin içinde ince ve ufak detayları yakaladığınızda, filmin başarısını görmek içten bile değil. Film ödüllere doymadı. Altın Portakal en iyi kadın oyuncu ödülünü Ecem Uzun alırken, yönetmen Yeşim Ustaoğlu'da en iyi yönetmen ödülüne layık görüldü. Altın Portakal Uluslararası en iyi film ödülü de yine bu filme verildi. Filmi ingilizce olarak izlemek isterseniz. Clair-Obscur olarak aramanız yeterli.
İnternette yer alan bazı anlamsız yorumları kenara itip bana inanmanızı rica ediyorum. Filme bakış tarzlarını anladığınızda ne olacak bu ülkenin hali demekten alamıyorsunuz kendinizi.Son zamanlarda izlediğim en iyi Türkiye gerçeklerini anlatan çok karakterli bir film. Tüm oyuncuları ve emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. Yine izlemeniz için bir fragmanını paylaşıyorum.
Blogumu ilk açtığımda 'hayata dair herşey sloganı' ile başlangıç yapacağımı söylemiştim. Hayatın sevinçleri yanında, bir de üzüntülü tarafı var; hatta bana göre üzücü tarafı daha ağır basıyor. Bu anlamda size; benim içimi her zaman burkan tarihi bir soykırımdan bahsetmek istiyorum. Ne de olsa hayat sadece sevinçten ibaret değil. 11.07.1995 dünya tarihinin en insafsız, en gaddar ve en üzücü tarihlerinden birisidir. Bu tarih Srebrenitsa katliamıdır. Bu tarihten seneler sonra Bosna Hersek'te bulundum. Aradan çok uzun olmasa da hatırı sayılır bir tarih geçmesine rağmen, halen savaşın izleri devam etmekteydi. Çocukluk arkadaşım Caner Rabuş'la savaş bölgelerini gezdiğimizde; aslında hayatta endişe ettiğimiz her ne varsa dünyanın en saçma endişeleri olduğunu anlamıştık. İnsanlar üzgün, insanlar kaygılı, insanlar savaşın izlerini hala atamamışlardı. Sevdikleri katledilmiş, yapayalnız kalmışlardı. İsterseniz bu vahim olayın üzerinden kısaca geçeyim. O tarihte neler yaşanmış; tarih nelere tanıklık etmiş; hep beraber tekrar tekrar hatırlayalım. Srebrenitsa katliamını anlatan bir belgesel şu cümleyle başlıyordu. ' Çocuğunu işaret parmağından tanıyabilir misin? Sana uzatılan bir tek tırnaktan bana bir hayat hikayesi anlatabilir misin?. Katliamın boyutunu anlatan en anlamlı cümledir sanırım. Temmuz 1995’de Yugoslavya iç savaşı sırasında Sırp ordusu, Srebrenitsa’yı işgal etmişti. Bu durum işgal olarak kalmadı, katliama dönüştü. Çünkü Bosna – Hersek’in Srebrenitsa kentinde yaklaşık 8.200 kişi civarı insan “Ratko Miladiç” denen yavşak komutan komutasındaki ağır silahlı Sırp ordusu tarafından öldürüldü. İnsan ayrımı olmaksızın; bebek, çocuk, genç, yaşlı binlerce insan hayatını kaybetti.Yugoslavya’nın düşmesinin ardından, 1992 yılında Sırplar Yugoslav halklarına katliam uygulamaya başladı. Birleşmiş Milletler 6 bölgeyi güvenli bölge olarak ilan etti. Bu bölgelerden biri de Srebrenitsa’dır. Savaş öncesi 24.000 nüfusu olan bu kent mülteciler ve dışardan kente sığınan insanlarla birlikte 60.000 nüfusa ulaşmıştı. Tabi bu durum büyük sorunların ortaya çıkmasına neden oldu ve hastalıklar, açlık baş göstermeye başladı ve ortam kamp havasında büründü. Sırpların baskıları artmaya devam edince, insanlar kendilerini korumak amacıyla silahlarını BM'den geri talep etti. Ama ne var ki zamanında bu silahlar güvenlik nedeniyle BM tarafından toplanmıştı. Kampın Hollandalı komutanı Thom Karremans bu isteği geri çevirdi. BM yalandan iki tane F16 havada uçurdu! o kadar!.
Hollandalı askerler BM gücü Fransız Komutanından aldıkları emir sonrası kenti, kendi elleri ile Sırp ordusuna teslim etti. Hollandalı komutan göz göre göre bu kenti Sırp askerlere satmış oldu. Savaş sonrası videolarla kanıtlanan görüntülerde Hollandalı komutanın, Sırp komutandan şehri teslim etmek için aldığı rüşvet ve hediye görüntüleri yayınlanmıştır. Srebrenitsa'da 1000 kişiyi esir alan sırplar, Ratko Mladiç’in emriyle esirleri öldürmeye başladı.Kimlik tespiti yapılmaması için cesetler askerler tarafından parçalanarak Kremetorium’da yakıldı ve toplu mezarlara gömüldü. Beş gün süren katliama Avrupa devletleri sessiz kaldı. Katliam’dan yıllar sonra Sırbistan’da yakalanan Sırp komutan Ratko Mladiç, Lahey Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından müebbet hapse çarptırılmış; fakat infaz için 16 yıldır aranan Ratko Mladiç’in, Sırbistan hukukunun içinde yapılması gereken bazı düzenlemelerden sonra Lahey’e sevk edileceği bildirilmiştir. En başta Türkiye olmak üzere; pek çok ülkenin seyirci kaldığı bu soykırımın izleri halen devam ediyor ve yeni toplu mezarlar bulunmaya devam ediliyor.
Hollanda askerlerinin çoğu daha sonra ülkelerine döndüklerinde psikolojik tedavi görmek zorunda kaldılar. Hollanda hükümeti hiçbir sorumluluk kabul etmedi, kenti bırakarak Sırpların katliamına göz yuman 600 hafif silahlı Hollanda askerinin büyük bir bölümü pişmanlıklarını her fırsatta dile getirdi. Srebrenitsa kentinde yaşadıkları anları kitaplaştıran askerlerden biri olaydan dolayı yaşadığı pişmanlığı şu sözlerle ifade etmiştir “Ölmek istiyordum, masum insanları koruma sözü verdiğimiz halde bize sığınan insanları koruyamadığımız için kendimi affetmiyorum” İşte bu sözler, kentte uygulanan etnik kıyımın en büyük belgesidir. Srebrenitsa kentinde kurulan BM kampında tercümanlık yapan Hasan Nuhanoviç anılarında şunları paylaşmıştır; “Hollandalı askerlerin bulunduğu kampa gelerek, kampa sığınan insanların teslim edilmesini isteyen Sırp komutan, aksi takdirde kampın bombalanacağını açıklamıştır.” Hollanda askerlerinin kendi canlarını kurtarmak için insanları tek sıra halinde teslim ettiğini aktaran Hasan Nuhanoviç kamp etrafında boğazlanan insanların çığlıklarını ve yalvarmalarını unutamadığını söylemiştir. Ne acıdır ki kampa sığınan ve Sırp askerlerine teslim edilen insanların arasında Nuhanoviç’in 18 yaşındaki erkek kardeşi Muhammed, annesi ve babası da vardır. Yaşadığı o günleri gözyaşları içinde anlatan Hasan Nuhanoviç katliamcılardan birçoğunu teşhis etmesine rağmen cezalandırılmadıklarını, hatta annesinin katili olan kişinin devlet dairesinde memur olarak görev yapmaya devam ettiğini belirtmiştir. Halen Saraybosna’da yaşamaya devam eden Hasan Nuhanoviç, yaşadığı bu üzücü ve kan donduran anıları 2007 yılında yazdığı “ Birleşmiş Milletler Bayrağı Altında-Srebrenitsa Katliamı” adlı kitabında paylaşmıştır… Şimdi size soruyorum; bu katliam yapıldı ve ne oldu? Kim kazandı ya da kim kaybetti?. Kimler ceplerini doldurdu? Kimler o pislik aşağılık egolarını tatmin etti? Ve en önemlisi bu insanların yaşadıkları acıları, zulümü, gözyaşlarını, duygusal travmalarını kim anladı? Cevap hiçkimse. Ben ve benim gibi düşünen insanlar anladı. O acıyı yerinde gören bir insan olarak hep aklımdan geçen şudur. Keşke bir zaman makinem olsa ve o döneme gidip bu soykırıma dur diyecek bir gücüm olsa. Keşke kurtardığım her insan büyük bir minnetle bana sarılsa. Hayat keşkelerden ibaret ve bu hiç değişmeyecek.
Srebrenitsa katliamı ile ilgili yazımın başında belirttiğim belgeselin linkini paylaşıyorum sizinle. Umarım bir nebzede olsa onların kalbinden bu belgeseli izlersiniz. Bu yazımda katliamın boyutunu mümkün olduğunca sade bir dille anlattım. Rahatsız edici bir kaç fotoğrafla yazımı desteklemek istedim. Ama herkesin kaldırabileceği fotoğraflar olmadığını düşündüğüm için burada paylaşmak istemedim. Ne olursanız olun, içinizde her zaman merhamet taşıyın. İnsan olmak en büyük erdemdir.
Hayatta en en güzel eylemlerden bir tanesi sanırım film izlemektir. En azından bu eylem benim için çok özel ve önemli. Keyif aldığım; bir anlamda hobi gibi bir şey. Yazacağım bu blogda yakın zamanda izlediğim The Zookeeper's Wife hakkında bilgiler vereceğim. İlk hedefim spoiler vermemek. Ama blogu okuduktan sonra film izlerken yazdığım cümleler aklınıza gelirse yapacak bir şey yok gaza geldim bir kere :)
Nazi ile ilgili filmler her zaman ilgimi çekmiştir. Başı çekenler arasında efsane filmler olsa da; yeni izlemenin verdiği gazla bu filmi anlatmak daha yatkın geldi. Öncelikle filmin adını Türkçeye çevirirken iki kere düşünün. Çünkü çevirisi 'Hayvanat bahçesi görevlisinin eşi' değil. Gerçi böyle bir isimde çok estetik değil :) 'Umut Bahçesi' olarak çevirmeyi uygun görmüşler.
Film gerçek bir hikayeden esinlenerek çekilmiş. Nazi dönemi Varşova'sında Hayvanat Bahçesi işleten Jan Żabiński (Johan Heldenbergh) ve eşi Antonina Żabiński (Jessica Chastain), hayvanat bahçesini ayakta tutmak için büyük bir özveri ile çabalıyorlar. Hayatlarından son derece mutlu olan ve hayvanlara olan sevgileri ile de bunu pekiştiren çiftimiz, dönemin en acımasız savaşının başlaması ile mutluluklarına gölge düştüğünün farkındadırlar. Öyle ki ; Nazi Almanya 'sı Polonya Varşova'yı kuşatma altına almıştır.Yapılan hava saldırısında bombardıman sonrası Hayvanat Bahçesindeki hayvanların yarısı telef olur. Kalan yarısı da Nazi askerleri tarafından tehlikeli olacağı düşünüldüğünden vurularak öldürülür. Ancak çiftimiz boş durmayacak, Nazi Almanyasın'da zulüm gören yüzlerce Yahudiyi; hayvanat bahçesini kullanarak saklayacak ve ülke dışına kaçıracaklardır. Film çok daha detaylı ancak spoiler tehlikesi var, tadınızı kaçırmak istemem. Filmden zevk almak lazım :)
Filmin başrollerinde Jessica Chastain , Daniel Brühl ve Johan Heldenbergh oynuyor. Öncelikle belirtmeliyim ki Daniel ve Johan'ın oyunculukları paha biçilmez. Ben Johan'ın karakteristik özelliğini çok beğendim. Filmdeki duruşu, sakinliği, merhameti beni etkileyen bir faktördü. Daniel'i konuşmaya dahi gerek yok, yine döktürmüş. Mimikleri, gülmesi, sinirlenmesi her şeyi ile gerçeği yaşatmış. 1939-1945 dönemini anlatan filmde baştan sona bir dram havası yaşanıyor. Bu tarz filmlerde zamanında Yahudilere yapılan zulümler çok iyi anlatılıyor. Anlatılması da lazım zaten. Başka türlü kimsenin kafası basmıyor. Bu tarz filmler her zaman olmalı. Yahudilere yapılan zulümü en iyi anlatan diğer filmler ise ' The Pianist, Schindler's List ve Life is Beautiful'dur. Film baştan aşağıya dram. Empati kurup izlediğinizde yoğun duygular yaşarsınız. Şahsen benim duygusal olarak etkilendiğim dünya tarihinde iki şavaş var. Biri Bosna Savaşı, diğeri Nazi dönemi. Nazi döneminde Yahudilere yapılan zulüm her ne kadar en iyi şekilde sinemaya yansıtılsa da, aynı başarı Bosna''da yaşanılanlar için geçerli değil. Boşnaklara yapılan soykırımın en iyi şekilde dünyaya anlatmak için yönetmen ve senaristleri göreve çağırıyoruz. Yaşanan insanlık ayıbını anlatmalarını bekliyoruz. Bu güzel filmi izlemek için vakit kaybetmeyin. Fragmanı için aşağıdaki linki kullanabilirsiniz. Herkese barış dolu bir dünya temenni ediyorum. Sevgiler.
Başlıkta baltayı okuyanlar; parantezin içinde kadını okuyunca eminim bir daha başlığa baktınız :) Ama gözlerinizi ovuşturmayın. İstanbul'un bilinen ilk kadın kabadayısı Baltalı Hano'dur. Hano'nun trajik bir hikayesi var.
Asıl adı Hanzade olan Baltalı Hano'yu kabadayı yapan trajik olay, oğlunun birden bire ortadan kaybolmasıyla başlıyor. 12 yaşındaki oğlu ortadan kaybolunca her yerde onu aramaya başlıyor. Dönemin kolluk güçlerine gidip oğlunun bulunması için yardım istiyor. Ama değil hemen bulmak aylarca haber alamıyor zavallı Hanzade Hn. Yüreği buruk çaresiz aramaya devam ediyor. Gel gelelim Hanzade Hn'ın sevgilisi bir kabadayıdır ve Hanzade Hn. ondan sürekli yardım etmesi için yalvarma pozisyonundadır. Ama adamın zerre umurunda değil. Hiçbir şekilde sevgilisini umursamıyor. Bu durumu hazmedemeyen Hanzade Hn. hareketlerinden şüphelendiği sevgilisini takip etme kararı alıyor. Erkek giysisi giyerek takibe başlayan Hanzade Hn. hayatının şokunu yaşıyor. Çünkü sevgilisi Hanzade Hn'ın oğlunu hamam oğlanı yapmış ve para karşılığı erkeklere pazarlıyor. Hanzade Hn'in Baltalı Hano olması bu olaya eştir. Bulduğu balta ile hamamda bulunan 30 kişiyi; sevgilisi de dahil olmak üzere kıtır kıtır doğruyor. Kadının haklı nedenlerinden dolayı o dönem ceza almıyor. Serbest bırakılıyor. Ama halk durur mu hiç? Hano'nun oğlu şöyle, Hano'nun böyle diye dedikodu ve söylentiler durmak bilmeyince Baltalı Hano yeniden baltasını eline alıp mahallede ne kadar konuşan varsa hepsini Kadırgalı Eşref gibi doğramış.Bu suçundan dolayı da kurşuna dizilerek idam edilmiş.
1800'lü yılların sonlarında Osmanlı döneminde yaşayan Baltalı Hano; o dönemin kabadayılarından sadece bir tanesidir. Ama tek özelliği kadın olmasıdır. Birbirinden farklı ilginç hikayeleri olan bu kabadayıların içinden en ilginci bana göre Baltalı Hano'dur. İnsanoğlu'nun asırlardır çektiği acılardan belkide en hafifidir. Okuduğunuzda hikaye gibi gelen bu olay, zamanında yaşanmış trajik bir olaydır. Bu trajik olayın seneler önce yaşandığını düşünüp işin içine biraz mizah katmak için Kadırgalı Eşref ağabeyimizin (Dinçer Çekmez toprağı bol olsun) meşhur repliğini izlemeden ayrılmayın :) Linki aşağıda bulabilirsiniz.:) Herkese sevgiler.