25 Temmuz 2017 Salı

Tereddüt (+18)

Başlıktaki artı 18'i görmeyeniniz var mı? :) Filmi pür dikkatimle izledim ve inanın bana artı 18 olmasını gerektiren hiç bir şey göremedim. Bazı sahnelerinden dolayı böyle bir uyarı  koyma ihtiyacı hissettiklerini filmi izlerken mutlaka anlarsınız. Gel gelelim kanımca çok anlamsız olmuş. Toplumun kanayan yarasına tuz basmış yönetmen Yeşim Ustaoğlu. Evet filmin adı 'Tereddüt'. Ve anlamsızca +18 :) Sizlere bu güzel filmden kısaca bahsetmek istiyorum.

Giriş cümlemde de bahsettiğim gibi filmin yönetmeni Yeşim Ustaoğlu. Baş rollerinde ise; kendisini birkaç oyununda izlemeye fırsat bulduğum Funda Eryiğit başta olmak üzere; Ecem Uzun, Okan Yalabık, Serkan Keskin ve Mehmet Kurtuluş oynuyor. Filmin konusu İstanbulda yaşayan psikiyatrist, Şehnaz (Funda Eryiğit) yine İstanbul'a çok uzak olmayan taşra  kasabasında mecburi göreve başlar. Hafta içi görev yaptığı kasabada bulunurken, hafta sonları  yine İstanbul'a evine yani kocası Cem'in (Mehmet Kurtuluş)yanına döner.   Bu evlilik çok süper gibi gözükse de içten içe ters giden bir şeyler olduğu ortadadır.  Bir gün hastaneye getirilen küçük yaşta bir kadın hasta olan Elmas( Ecem Uzun) ile ilişkisi Şehnaz'ı çok etkiler.Akli dengesini yitirmek üzere olan Elmas da Şehnaz'ın yardımıyla ruhundaki yaraları tek tek saracaktır. Statüleri farklı olan bu iki insan aslında aynı kaderi yaşadıklarının farkında değillerdir.

Toplumda kadına olan baskının, yine bir kadın yönetmen tarafından anlatılması bana göre çok değerli. Statü ayırt etmeden; sadece cinsiyeti kadın olduğu için değersiz bir obje olarak görülen kadınlarımızın ortak sorunlarını derinlemesine işleyen ve bunu yaraya tuz basa basa anlatan yönetmeni bu erdemli cesaretinden dolayı tebrik etmek lazım.Filmin içinde ince ve ufak detayları yakaladığınızda, filmin başarısını görmek içten bile değil. Film ödüllere doymadı. Altın Portakal en iyi kadın oyuncu ödülünü Ecem Uzun alırken, yönetmen Yeşim Ustaoğlu'da en iyi yönetmen ödülüne layık görüldü. Altın Portakal Uluslararası en iyi film ödülü de yine bu filme verildi. Filmi ingilizce olarak izlemek isterseniz. Clair-Obscur olarak aramanız yeterli.
İnternette yer alan bazı anlamsız yorumları kenara itip bana inanmanızı rica ediyorum. Filme bakış tarzlarını anladığınızda ne olacak bu ülkenin hali demekten alamıyorsunuz kendinizi.Son zamanlarda izlediğim en iyi Türkiye gerçeklerini anlatan çok karakterli bir film. Tüm oyuncuları ve emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. Yine izlemeniz için bir fragmanını paylaşıyorum. 










19 Temmuz 2017 Çarşamba

Srebrenitsa Katliamı




Blogumu ilk açtığımda 'hayata dair herşey sloganı' ile başlangıç yapacağımı söylemiştim. Hayatın sevinçleri yanında, bir de üzüntülü tarafı var; hatta bana göre üzücü tarafı daha ağır basıyor. Bu anlamda size; benim içimi her zaman burkan tarihi bir soykırımdan bahsetmek istiyorum. Ne de olsa hayat sadece sevinçten ibaret değil.
11.07.1995 dünya tarihinin en insafsız, en gaddar ve en üzücü tarihlerinden birisidir. Bu tarih Srebrenitsa katliamıdır. Bu tarihten seneler sonra Bosna Hersek'te bulundum. Aradan çok uzun olmasa da hatırı sayılır bir tarih geçmesine rağmen, halen savaşın izleri devam etmekteydi. Çocukluk arkadaşım Caner Rabuş'la savaş bölgelerini gezdiğimizde; aslında hayatta endişe ettiğimiz her ne varsa dünyanın en saçma endişeleri  olduğunu anlamıştık.  İnsanlar üzgün, insanlar kaygılı, insanlar savaşın izlerini hala atamamışlardı. Sevdikleri katledilmiş, yapayalnız kalmışlardı. İsterseniz bu vahim olayın üzerinden kısaca geçeyim. O tarihte neler yaşanmış; tarih nelere tanıklık etmiş; hep beraber tekrar tekrar hatırlayalım.
 Srebrenitsa katliamını anlatan bir belgesel şu cümleyle başlıyordu. ' Çocuğunu işaret parmağından tanıyabilir misin? Sana uzatılan bir tek tırnaktan bana bir hayat hikayesi anlatabilir misin?. Katliamın boyutunu anlatan en anlamlı cümledir sanırım. Temmuz 1995’de Yugoslavya iç savaşı sırasında Sırp ordusu,  Srebrenitsa’yı işgal etmişti. Bu durum işgal olarak kalmadı, katliama dönüştü. Çünkü Bosna – Hersek’in Srebrenitsa kentinde yaklaşık 8.200 kişi civarı insan “Ratko Miladiç” denen yavşak komutan komutasındaki ağır silahlı Sırp ordusu tarafından öldürüldü. İnsan ayrımı olmaksızın; bebek, çocuk, genç, yaşlı binlerce insan hayatını kaybetti.Yugoslavya’nın düşmesinin ardından, 1992 yılında Sırplar Yugoslav halklarına katliam uygulamaya başladı. Birleşmiş Milletler 6 bölgeyi güvenli bölge olarak ilan etti.  Bu bölgelerden biri de Srebrenitsa’dır. Savaş öncesi 24.000 nüfusu olan bu kent mülteciler ve dışardan kente sığınan insanlarla birlikte 60.000 nüfusa ulaşmıştı. Tabi bu durum büyük sorunların ortaya çıkmasına neden oldu ve hastalıklar, açlık baş göstermeye başladı ve ortam kamp havasında büründü. Sırpların baskıları artmaya devam edince, insanlar kendilerini korumak amacıyla silahlarını BM'den geri talep etti. Ama ne var ki zamanında bu silahlar güvenlik nedeniyle BM tarafından toplanmıştı.  Kampın Hollandalı komutanı Thom Karremans bu isteği geri çevirdi. BM yalandan iki tane F16 havada uçurdu! o kadar!.
 Hollandalı askerler BM gücü Fransız Komutanından aldıkları emir sonrası kenti, kendi elleri ile Sırp ordusuna teslim etti. Hollandalı komutan göz göre göre bu kenti Sırp askerlere satmış oldu. Savaş sonrası videolarla kanıtlanan görüntülerde Hollandalı komutanın, Sırp komutandan şehri teslim etmek için aldığı rüşvet ve hediye görüntüleri yayınlanmıştır. Srebrenitsa'da  1000 kişiyi esir alan sırplar, Ratko Mladiç’in emriyle esirleri öldürmeye başladı.Kimlik tespiti yapılmaması için cesetler askerler tarafından parçalanarak Kremetorium’da yakıldı ve toplu mezarlara gömüldü. Beş gün süren katliama Avrupa devletleri  sessiz kaldı.  Katliam’dan  yıllar sonra Sırbistan’da yakalanan Sırp komutan Ratko Mladiç, Lahey Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından müebbet hapse çarptırılmış; fakat infaz için 16 yıldır aranan Ratko Mladiç’in, Sırbistan hukukunun içinde yapılması gereken bazı düzenlemelerden sonra Lahey’e sevk edileceği bildirilmiştir. En başta Türkiye olmak üzere; pek çok ülkenin seyirci kaldığı bu soykırımın izleri halen devam ediyor ve yeni toplu mezarlar bulunmaya devam ediliyor.    
Hollanda askerlerinin çoğu daha sonra ülkelerine döndüklerinde psikolojik tedavi görmek zorunda kaldılar. Hollanda hükümeti hiçbir sorumluluk kabul etmedi, kenti bırakarak Sırpların katliamına göz yuman 600 hafif silahlı Hollanda askerinin büyük bir bölümü pişmanlıklarını her fırsatta dile getirdi.  Srebrenitsa kentinde yaşadıkları anları kitaplaştıran askerlerden biri olaydan dolayı yaşadığı pişmanlığı şu sözlerle ifade etmiştir “Ölmek istiyordum, masum insanları koruma sözü verdiğimiz halde bize sığınan insanları koruyamadığımız için kendimi affetmiyorum” İşte bu sözler, kentte
uygulanan etnik kıyımın en büyük belgesidir. Srebrenitsa kentinde kurulan BM kampında tercümanlık yapan Hasan Nuhanoviç anılarında şunları paylaşmıştır; “Hollandalı askerlerin bulunduğu kampa gelerek, kampa sığınan insanların teslim edilmesini isteyen Sırp komutan, aksi takdirde kampın bombalanacağını açıklamıştır.” Hollanda askerlerinin kendi canlarını kurtarmak için insanları tek sıra halinde teslim ettiğini aktaran Hasan Nuhanoviç kamp etrafında boğazlanan insanların çığlıklarını ve yalvarmalarını unutamadığını söylemiştir. Ne acıdır ki kampa sığınan ve Sırp askerlerine teslim edilen insanların arasında Nuhanoviç’in 18 yaşındaki erkek kardeşi Muhammed, annesi ve babası da vardır. Yaşadığı o günleri gözyaşları içinde anlatan Hasan Nuhanoviç katliamcılardan birçoğunu teşhis etmesine rağmen cezalandırılmadıklarını, hatta annesinin katili olan kişinin devlet dairesinde memur olarak görev yapmaya devam ettiğini belirtmiştir. Halen Saraybosna’da yaşamaya devam eden Hasan Nuhanoviç, yaşadığı bu üzücü ve kan donduran anıları 2007 yılında yazdığı “ Birleşmiş Milletler Bayrağı Altında-Srebrenitsa Katliamı” adlı kitabında paylaşmıştır…
Şimdi size soruyorum; bu katliam yapıldı ve ne oldu? Kim kazandı ya da kim kaybetti?. Kimler ceplerini doldurdu? Kimler o pislik aşağılık egolarını tatmin etti? Ve en önemlisi bu insanların yaşadıkları acıları, zulümü, gözyaşlarını, duygusal travmalarını kim anladı?  Cevap hiçkimse. Ben ve benim gibi düşünen insanlar anladı. O acıyı yerinde gören bir insan olarak hep aklımdan geçen şudur. Keşke bir zaman makinem olsa ve o döneme gidip bu soykırıma dur diyecek bir gücüm olsa. Keşke kurtardığım her insan büyük bir minnetle bana sarılsa. Hayat keşkelerden ibaret ve bu hiç değişmeyecek.

Srebrenitsa katliamı ile ilgili yazımın başında belirttiğim belgeselin linkini paylaşıyorum sizinle. Umarım bir nebzede olsa onların kalbinden bu belgeseli izlersiniz. Bu yazımda katliamın boyutunu mümkün olduğunca sade bir dille anlattım. Rahatsız edici bir kaç fotoğrafla yazımı desteklemek istedim. Ama herkesin kaldırabileceği fotoğraflar olmadığını düşündüğüm için burada paylaşmak istemedim.   Ne olursanız olun, içinizde her zaman merhamet taşıyın. İnsan olmak en büyük erdemdir.

10 Temmuz 2017 Pazartesi

The Zookeeper's Wife

Hayatta en en güzel eylemlerden bir tanesi sanırım film izlemektir. En azından bu eylem benim için çok özel ve önemli. Keyif aldığım; bir anlamda hobi gibi bir şey. Yazacağım bu blogda yakın zamanda izlediğim The Zookeeper's Wife hakkında bilgiler vereceğim. İlk hedefim spoiler vermemek. Ama blogu okuduktan sonra film izlerken yazdığım cümleler aklınıza gelirse yapacak bir şey yok gaza geldim bir kere :)

 Nazi ile ilgili filmler her zaman ilgimi çekmiştir. Başı çekenler arasında efsane filmler olsa da; yeni izlemenin verdiği gazla bu filmi anlatmak daha yatkın geldi. Öncelikle filmin adını Türkçeye çevirirken iki kere düşünün. Çünkü çevirisi 'Hayvanat bahçesi görevlisinin eşi' değil. Gerçi böyle bir isimde çok estetik değil :) 'Umut Bahçesi' olarak çevirmeyi uygun görmüşler.



 Film gerçek bir hikayeden esinlenerek çekilmiş. Nazi dönemi Varşova'sında  Hayvanat Bahçesi işleten Jan Żabiński (Johan Heldenbergh) ve eşi Antonina Żabiński (Jessica Chastain), hayvanat bahçesini ayakta tutmak için büyük bir özveri ile çabalıyorlar. Hayatlarından son derece mutlu olan ve hayvanlara olan sevgileri ile de bunu pekiştiren çiftimiz, dönemin en acımasız savaşının başlaması ile mutluluklarına gölge düştüğünün farkındadırlar. Öyle ki ; Nazi Almanya
'sı Polonya Varşova'yı kuşatma altına almıştır.Yapılan hava saldırısında bombardıman sonrası Hayvanat Bahçesindeki hayvanların yarısı telef olur. Kalan yarısı da Nazi askerleri tarafından tehlikeli olacağı düşünüldüğünden vurularak öldürülür. Ancak çiftimiz boş durmayacak, Nazi Almanyasın'da zulüm gören yüzlerce Yahudiyi; hayvanat bahçesini kullanarak saklayacak ve ülke dışına kaçıracaklardır. Film çok daha detaylı ancak spoiler tehlikesi var, tadınızı kaçırmak istemem. Filmden zevk almak lazım :)

 Filmin başrollerinde  Jessica Chastain ,  Daniel Brühl  ve Johan Heldenbergh oynuyor. Öncelikle belirtmeliyim ki Daniel ve Johan'ın oyunculukları paha biçilmez. Ben Johan'ın karakteristik özelliğini çok beğendim. Filmdeki duruşu, sakinliği, merhameti beni etkileyen bir faktördü. Daniel'i konuşmaya dahi gerek yok, yine döktürmüş. Mimikleri, gülmesi, sinirlenmesi her şeyi ile gerçeği yaşatmış. 1939-1945 dönemini anlatan filmde baştan sona bir dram havası yaşanıyor.  Bu tarz filmlerde zamanında Yahudilere yapılan zulümler çok iyi anlatılıyor. Anlatılması da lazım zaten. Başka türlü kimsenin kafası basmıyor. Bu tarz filmler her zaman olmalı. Yahudilere yapılan zulümü en iyi anlatan diğer filmler ise ' The Pianist, Schindler's List ve Life is Beautiful'dur.
Film baştan aşağıya dram. Empati kurup izlediğinizde yoğun duygular yaşarsınız. Şahsen benim duygusal olarak etkilendiğim dünya tarihinde iki şavaş var. Biri Bosna Savaşı, diğeri Nazi dönemi. Nazi döneminde Yahudilere yapılan zulüm her ne kadar en iyi şekilde sinemaya yansıtılsa da, aynı başarı Bosna''da yaşanılanlar için geçerli değil. Boşnaklara yapılan soykırımın en iyi şekilde dünyaya anlatmak için yönetmen ve senaristleri göreve çağırıyoruz. Yaşanan insanlık ayıbını anlatmalarını bekliyoruz. 

Bu güzel filmi izlemek için vakit kaybetmeyin. Fragmanı için aşağıdaki linki kullanabilirsiniz. Herkese barış dolu bir dünya temenni ediyorum. Sevgiler.


2 Temmuz 2017 Pazar

Baltalı Hano (İlk kadın kabadayı)

Başlıkta baltayı okuyanlar; parantezin içinde kadını okuyunca eminim bir daha başlığa baktınız :) Ama gözlerinizi ovuşturmayın. İstanbul'un bilinen ilk kadın kabadayısı Baltalı Hano'dur. Hano'nun trajik bir hikayesi var.

Asıl adı Hanzade olan Baltalı Hano'yu kabadayı yapan trajik olay, oğlunun birden bire ortadan kaybolmasıyla başlıyor. 12 yaşındaki oğlu ortadan kaybolunca her yerde onu aramaya başlıyor. Dönemin kolluk güçlerine gidip oğlunun bulunması için yardım istiyor. Ama değil hemen bulmak aylarca haber alamıyor zavallı Hanzade Hn. Yüreği buruk çaresiz aramaya devam ediyor. Gel gelelim Hanzade Hn'ın sevgilisi bir kabadayıdır ve Hanzade Hn. ondan sürekli yardım etmesi için yalvarma pozisyonundadır.  Ama adamın zerre umurunda değil. Hiçbir şekilde sevgilisini umursamıyor. Bu durumu hazmedemeyen Hanzade Hn.  hareketlerinden şüphelendiği sevgilisini takip etme kararı alıyor. Erkek giysisi giyerek takibe başlayan Hanzade Hn. hayatının şokunu yaşıyor. Çünkü sevgilisi Hanzade Hn'ın oğlunu hamam oğlanı yapmış ve para karşılığı erkeklere pazarlıyor. Hanzade Hn'in Baltalı Hano olması bu olaya eştir. Bulduğu balta ile hamamda bulunan 30 kişiyi; sevgilisi de dahil olmak üzere kıtır kıtır doğruyor. Kadının haklı nedenlerinden dolayı o dönem ceza almıyor. Serbest bırakılıyor. Ama halk durur mu hiç? Hano'nun oğlu şöyle, Hano'nun böyle diye dedikodu ve söylentiler durmak bilmeyince Baltalı Hano yeniden baltasını eline alıp mahallede ne kadar konuşan varsa hepsini Kadırgalı Eşref gibi doğramış.Bu suçundan dolayı da kurşuna dizilerek idam edilmiş.

1800'lü yılların sonlarında Osmanlı döneminde yaşayan Baltalı Hano; o dönemin kabadayılarından sadece bir tanesidir. Ama tek özelliği kadın olmasıdır. Birbirinden farklı ilginç hikayeleri olan bu kabadayıların içinden en ilginci bana göre Baltalı Hano'dur. İnsanoğlu'nun asırlardır çektiği acılardan belkide en hafifidir. Okuduğunuzda hikaye gibi gelen bu olay, zamanında yaşanmış trajik bir olaydır. Bu trajik olayın seneler önce yaşandığını düşünüp işin içine biraz mizah katmak için Kadırgalı Eşref ağabeyimizin (Dinçer Çekmez toprağı bol olsun) meşhur repliğini izlemeden ayrılmayın :) Linki aşağıda bulabilirsiniz.:) Herkese sevgiler.

25 Haziran 2017 Pazar

Hoş geldin Bayram



11 ayın sultanı Ramazan'ı geride bıraktık. Bu vesile ile iyisi ve kötüsüyle, acı ve tatlısıyla bende 34.kez Şeker Bayramına merhaba demiş oldum :) Giriş cümlemden de anlaşılacağı gibi Bayram'ın tanımı hakkında ufak bir teknik açıklama yapmış oldum. Gel gelelim bazı detayları da açıklamak; hem bilgiyi tazelemek, hem de bilmeyenlere öğretici olması bakımından çok yararlı olacaktır. 
Klişe olacağına eminim; fakat yine de söylemek istiyorum. Artık eski Bayramlar kalmadı. Çocukluğumda yaşadığım o saf ve güzel duyguları çok üzgünüm; artık yaşayamıyorum. Ama yine de bu güzel kültürü yaşatmak için kendimce elimden geleni yapmaya çalışıyorum.  
Ramazan Bayramı'nın kısaca anlamına bakarsak, Arapça olarak 'eid ul-fitr olarak geçer. Tam Türkçe karşılığı ''İftar Bayramı'' oluyor. Arap ülkeleri bu Bayram'ı İftar Bayram'ı olarak kutlarlar. 30 gün boyunca tutulan oruç sonrası son bir kez oruç tutmaları İftar Bayram'ı denmesinin sebebidir. Geçen yıllar sonrasında şükür bayramına dönüşmesi de Türkçeye 'şeker' olarak geçmesini sağlamış ve artık adına Şeker Bayramı denmeye başlanmıştır. Aslında işin içinde Osmanlı'nın büyük etkisi var. Dönemde askerlere tonlarca tatlı gönderilirdi. Zaman için halk'da tatlı yapmaya başladı ve verilen Bayram harçlıkları ile çocuklar şeker almaya başladılar. Sonra bir baktılar ki Ramazan Bayramı olmuş sana Şeker Bayramı :)) Etkileşimin ve geleneklerin etkisi oldukça fazlaydı.
Bu bayramların en büyük özelliği ve bana göre güzelliği birleştirici bir tarafı olmasıdır. Yardımlaşmalar, eş, dost ziyaretleri, komşu ve akraba ziyaretleri yaşlılarımıza olan hürmet daha da  artar. Aynı zamanda pek çok insan bu günlere özel olarak giyinip kuşanıyorlar. Yine kültürümüzde çocuklar bayram sabahları büyüklerin ellerini öper ve harçlıklarını büyük bir keyifle alırlar. :) Küçükken bende harçlık aldığımda gözlerim gülerdi :))
Aslında yüreğimizde sevgi olarak yansıyan bu özel günler, sadece bayramlarda değil; her gün yaşanmalıdır. Çok farklı insan kategorileri var. Hepsini de iyi, kötü belli karaktere sahip. On bir ay boyunca her kötülüğü yapıp, bir ay boyunca günah çıkarmayı hiç doğru bulmuyorum. İnsanlık olarak işe öz eleştiri yaparak başlarsak; bence on iki ay iyi kalmayı başarıp, bunu yaşadığımız hayat boyunca sürdürebiliriz. İnancınız ne olursa olsun, ilk önce saygıyı gönlünüzden çıkarmayın. Her zaman sevgiyle kalın. Ben de dahil olmak üzere önce neyi yanlış yapıyoruz diye öz eleştirimizi yapalım. Sadece ramazanlarda değil, hayat boyunca iyilik ve sevgiyle kalmak dileğiyle.  Diğer yazıma kadar herkese sevgiler. :)

https://www.youtube.com/watch?v=H5DpbAiw83k
Barış Manço Bugün Bayram şarkısı iyi gelir. :)




15 Haziran 2017 Perşembe

Safranbolu


Safranbolu'yu duymayan kalmamıştır. Herkes ya bir kere gitmiştir ya da gitmek için her zaman bir planı olmuştur. Ama sonuç ne olursa olsun, turistinden tutunda, kendi insanımıza kadar herkes  ülkemizin bu şirin ilçesini  bilir. Ben en az 2-3 kere gittim. Eşimin de Safranbolulu olduğunu düşünürsek daha çok kez ziyaret etmem kaçınılmaz gözüküyor. :))

Safranbolu Karabük iline bağlı bir ilçedir. 18. ve 19. yüzyıl Osmanlı tarihinin ve kent dokusunun günümüze kadar uzanması ülkemizde ender görülen bir şeydir sanırım. Her şey bir yana   UNESCO tarafından 17.12.1994’de Dünya Kültür Mirası listesine alındı. Nasıl bir güzelliktir artık siz düşünün.  Bir söylentiye göre evlerin duvarları yumurta akından yapılmış ve bu nedenle depreme uzun zaman dayanması söz konusuymuş. Tarihi hakkında birçok bilgiyi internetten bulma şansınız var. Ben ise size 1-2
kendi çektiğim fotoğraflarımla birlikte, ufak tefek bilgiler vereceğim. Minik bir yolculuk için kemerleriniz bağlayın. :))

Öncelikle Safranbolu sadece Osmanlı çarşısından ibaret değil. Çevresinde gezilecek birçok yer var. Tokatlı Kanyonu, Kristal Teras, İncekaya su kemeri, Bulak Mencelis Mağarası, Cinci Hanı ve Hamamı, Hıdırlık Tepesi.  Hepsi tarih kokan yerler.

Tokatlı kanyonu: Doğal güzelliği sizi sizden alacak. Giriş için cüzi bir rakam ödüyorsunuz. Kuş sesleri, şelaleler, temiz ve pak havası sizi mest edecek. Yürüş yaparken başka bir dünyada gibi olacaksınız.

Kristal Teras: Kanyonu tepeden ve üstelik altı şeffaf camdan izlemek ister misiniz? O zaman hemen koşun buraya!  Heyecan verici olduğu kadar kanyonun fotoğraflarını her açıdan çekme şansınız var. Korkmayın cam çok sağlam düşmezsiniz. :))

İncekaya Su Kemeri: Emin olun çok heybetli bir yapı.  Kristal Teras’tan Tokatlı Kanyonu’na indiğinizde hemen solda kalıyor. Kemerin altından dere akıyor. Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından, Safranbolu’ya su getirmek için yaptırılmış.

Bulak Mencilis Mağarası: Bulak Köyü’nün Safranbolu ile komşu olduğu yerde bulunuyor.  Vadide yer alan Bulak Mencilis Mağarası’na girmek için ortalama 100-150 basamaklı dik olan  merdiveni çıkmanız gerekiyor. İçeride inanılmaz manzara var. Tahminim yüzyıllar öncesine dayanan mazisi var.

Cinci Han: 1645’te Kazasker Hüseyin Efendi tarafından yaptırılan bir kervansaray olan Cinci Han Kervansarayı, yıkık hali sonrası restore edilmiş. İçeride otel, kafe var. Eski çarşının içinde yer alan Cinci Han eskiden çok büyük bir kervansaraydı.

Hıdırlık Tepesi :Safranbolu’yu yüksekten görmek isteyen varsa alın makinelerinizi fotoğrafa gidiyoruz   Panoromik olarak fotoğraf çekebileceğiniz gibi, içerideki kafede çay kahvenizi içip keyfinize bakabilir ve tüm şehri tepeden izleyebilirsiniz.



Kesinlikle yapılması gereken üç şey daha var. Çarşı içindeki tarihi fırından simit yemek, meşhur Safranbolu lokumlarından tatmak, süper tadıyla Bağlar gazozu içmek. Yöresel şehir gazozu çok içtim. Ama Bağlar gazozu kadar tadı güzel olanı içmemiştim. Yine en taze lokumları burada yiyebilirsiniz. Çarşının içinde her dükkanda size lokum tattıracak birisini mutlaka görüyorsunuz. Fiyatları da inanın pahalı değil.

Yazımın başında da belirttiğim gibi Safranbolu’ya 2-3 kere gittim. Eminim daha bilmediğim, gezemediğim bir çok yer ve tadacak pek çok lezzet vardır. Bir dahaki gidişlerimde yaşadığım deneyimleri yine sizinle paylaşacağım. Bir daha ki yazıma kadar Bağlar gazozundan mutlaka için :))  Sevgiyle kalın.

1 Haziran 2017 Perşembe

Uzakdoğu'da bir inci Tayland

Bir inciden öte, hayallerde ve hatta rüyalarda görebileceğimiz uzakdoğunun en gözde ülkesi Tayland'a gitmek sandığımız kadar zor değil artık. Bir kaç ay önceden alacağımız gidiş dönüş uçak bileti, otel rezervasyonu ve yapacaklarımıza dair planlamanın ardından tek yapmanız gereken Tayland'ın tadını çıkarmak. :) 

Tayland'a gitmek için evlenmeyi beklemem gerekiyormuş ki; evet eşimle balayını Tayland'da geçirdim. :)  Geçirdiğim süre zarfında edindiğimiz tecrübeleri, gördüklerimizi, eğlenceli anlarımızı ve eşsiz doğası karşında yaşadığımız mutluluğu size aktarmaya çalışacağım. Tayland'da neler yapılır, nerelere gidilir, nasıl vakit geçirilir. Yazdıklarımın altında yer alan tüm fotoğraflarda da görseli göstermeye çalışacağım.

PHUKET ‘E HANGİ AY GİDİLİR?

Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Tayland'da pek çok lokasyon bulunuyor. Bizim tercimiz Patong Beach oldu. Phuket'te yer alan bir çok beach'den en ünlü olanlarından  olan bu güzel yerde en güzel zamanlarımızı geçirdik. Mevsim olarak Mayıs ayında burada bulunduk. Aslında Ocak, Şubat, Mart, nisan ayları en güzel mevsimidir. Diğer mevsimlerde muson yağmurları fazlasıyla etkisini gösteriyor. Ama bu durum havanın sıcaklığını asla etkilemiyor. Bir ülke 365 gün sıcak olur mu ya :) Sürekli cehennem azabı ile gezdik,  bunu şikayetçi olduğum için yazmıyorum. :) Aksine tatil için ideal havalar :)

PHUKET HAVAALANINDAN KALACAĞINIZ OTELE NASIL GİDİLİR?

Uçakla Doha (Katar)aktarmalı olarak Phuket hava alanına geliyorsunuz. Birkaç pasaport ve form gibi evrak işinden sonra Tayland toprağına ayak basıyorsunuz. Alandan çıkar çıkmaz kalacağınız otele gitmek için iki yol var. Ya taksi ya da minibüs. Taksiciler biraz tilki, çok yol yordam bilmediğinizden fahiş fiyatlar söyleyebiliyorlar. Her ne kadar ülke ucuz olsa da, daha ucuzunu vermek varken neden taksiye binelim ki. Kaldı ki İstanbul çocuğu yemez bu numaraları :) Tercihimiz tabi ki minibüs oldu. Toyota marka klimalı ve ayakta yolcu almayan bu minibüsler gideceğiniz otelin önüne kadar sizi bırakıyorlar. Kesinlikle kalitesiz değiller.  Aksine lüks minibüsler.

PATONG BEACH'DE ’DE NEREDE KALINIR?



Bu kadar ucuz olan bir ülkede konaklamanın ucuzluğu da çok şaşırtıyor. Biz The Giggs Otel adında 4 yıldızlı bir otelde kaldık. Tatil bitimine kadar geçirdiğimiz sürede çok memnun kaldık. Yanlış hatırlamıyorsam 10 günlük kalış için 2 kişi toplam 1100 TL civarı bir ücret ödedik. Bunun dışında ucuz olan yerlerde var; ama tavsiye etmem. Apart ve günlük daire şeklindeki bu yerler pek güvenli ve hijyenik değil. Booking.com ve vb tüm siteler size fazlasıyla yardımcı olacaktır. Sabah kahvaltısı dahil olan oteller işinizi görecektir. Otelde kalmayı tercih edebilirsiniz.


PHUKET ’DE NERELER GEZİLİR?

Patong Beach:

Otelimizin olduğu bölge olan  beach hakkında pek çok şey söyleyebilirim. Alabildiğine uzun plajları, çok da kalabalık olmayan sahili, sahilde boylu boyuna uzanan restorantları, kafeleri ve palmiye ağaçları ile görülmesi gereken bir beach. Gittiğimiz mevsimden olsa gerek, denizde dalgası hiç eksik olmadı. Bu denize girme keyfimi kişisel olarak etkiledi. Su sürekli bulanıktı. Ama güzelliği değiştiren bir faktör değil.


Bangla Road:

Phuket ’in ana damarı, ekonomiyi ayakta tutan bölgelerden birisi. Bütün barlar ve gece klüpleri bu sokakta yer alıyor.   Geceleri bu sokakta yürürken yanınıza en az 20-30 kişi elinde fiyat listesiyle gelir ve kendi mekanlarına çekmeye çalışır sizi. Bu mekanların arasında 'Ping Pong Show' adında eğlence yapan mekanlarda var. Listeden bir show seçip, sahnede oynatabiliyorsunuz. Son derece erotik olmayan yarı çıplak orta yaşlı Tayland kadınlarının sergilediği bu sahnede, bir o kadar erotik showlar sergiliyorlar. Yanınızda eşiniz veya sevgiliniz var gibi kriter onlar için sorun değil. Emin olun onları da davet ediyorlar. Diğer bar ve gece klüplerine göre çok pahalılar. Bana göre İstanbul'da pavyona gitmekle, burada ping pong show'a gitmek aynı şey. Aynı kalitesizlik, aynı pahalı fiyatlar, hır gür çıkarsa aynı kavgalar. Kavga çıkarsa tek dayak yiyen siz olursunuz. Adamların tamamı Taybox biliyorlar. :))))) Bunun dışında her tür müziğe hitap eden barlar var. Gece klüplerinde direklerde dans eden Tay kızları, sokakta dolaşan 1,90 boyları ile 'oha' dedirten Ladyboy'ları görmekte imkansız değil. Kısacası Tayland'ın gerçekten de ana damarı.

Phi Phi İsland Turu :

Ada da diğer yapabileceğiniz en iyi şeylerden biri turlara katılmak. Gün içinde tüm sokaklarda tur satan acentalar bulabiliyorsunuz. Tüm program aynı olsa da, her tur şirketi farklı fiyatlar veriyorlar. Kurmanız gereken tek cümle şu: 'What is your last price?'. :)))  Bu cümle ile öldürücü darbeyi sonuna kadar kullanın. Eninde sonunda fiyatı düşürüyorlar ve ilk fiyatla arasındaki farkı görünce şaşırmayın. Pazarlığa çok yatkın bir ülke. 


Turu aldıktan sonra size bir tane kağıt veriyorlar ve gideceğiniz günün sabahı erkenden minibüsle  gelip sizi otelden alıyorlar. Diğer otellerden de tur alanları topladıktan sonra herkesi aynı limana götürüyorlar. Kolunuza bileklik takıp, takibi kolaylaştırıyorlar. Turların hepsinde öğle yemekleri de var ve açık büfe oluyor. Aç kalma ihtimali yok.
Tur birçok adaya uğruyor. Bu Beach filminin çekildiği yerler çok güzel, deniz inanılmaz güzel ama şöyle de bir şey var, denize giremiyorsunuz. Ne kadar giderseniz gidin su hep dizinizde. O anda insan Türkiye'de deki gibi kulaç atıp, daldığımız derin suları arıyor. :)) 
Monkey Beach'de maymunlarla iç içesiniz ama çok yaklaşmamakta fayda var. Saldırgan olabiliyorlar. Phi Phi Ley Island'dan zaten bahsetmiştim. Khai İsland, Loh Samah Bay, Maya Bay,Pileh Cove,Viking Cave gibi adalara tekne yanaşmadı. Sadece yanından geçerken gördük. Fakat görülmeye değer yerlerdi. Tekneden bile görürken güzel oluyor. Genel olarak Türkiye'de de tekne gezilerini çok sevmiyorum. Katılması gerekli olsa da, tur şirketlerinin zamana karşı yarışması ve sürekli acele halinde olması hoşuma gitmiyor. Hiç birşey anlamıyorum geziden; tadını da çıkaramıyorum.

Kata, Karon, Kata Noi, Freedom Beach :

Patong’un diğer tarafındaki bu sahilleri gezmek için lütfen motorsiklet kiralayın. Bir motor kullanmak bu kadar zevkli olur mu ya :)) Çok komik rakamlara motor kiralıyorsunuz ve benzinin litresi de 1,5 TL civarı. Pasaportunuzu bırakıyorsunuz, akşam motoru geri verirken teslim alıyorsunuz.  Her bir plaja tek tek uğrayıp 1'er saat kaldık. Denize girdik, güneşlendik. Acıkınca yemek yedik. Keyifli bir şey denemeden ölmeyin :))) 

Phuket Şehir Turu:

Şehir turunu yine acentalardan alabilirsiniz. Tabi ki sıkı pazarlıkla :) Gezdiğimiz yerlerse şu şekildeydi:

Kata View Point: Burada bir çok sahili  panoramik olarak görebiliyorsunuz. Görsel olarak haz duyabileceğiniz bir yer.







Elephant Safari : Fillerin üzerinde 30 dakikalık gezintiler yapıyorlar. Eşimle biz bu durumdan pek memnun kalmadık. Fil yavaşladığında kafasına tokmak gibi birşeyle vuruyorlar. Bir daha ki gidişimde asla bunu denemeyeceğim. Hayvanlara sadece eziyet. Hepsi para için. 





Monkey Show: 10- 15 dakikalık gösteride eğitim almış maymunların showlarını izleyebiliyorsunuz. Gösteri sonunda fotoğraf çekebiliyorsunuz.

Baby Elephant Show: Yavru fil ile fotoğraf çekme imkanınız oluyor. Ama biz yine bu durumdan memnun kalmadık. Ayağını zincirledikleri bu şirin yavruyu ticaret için kullanıyorlar. Zaten bu dünyaya zarar veren tek canlı insandır. 

Big Budha: Dağın üstünde yer alan tüm Phuket'i tepeden gören bir tapınak. Kocaman bir Big Budha heykeli var tepede. Açık giyinmeyi kabul etmiyorlar. Girişte şort giyen herkese pantalon veriyorlar. İçerde ayin yapan budistler var. Son derece sessiz olunması gerekiyor. Çıt sesine tepki gösteriyorlar. Neticede her dine duyulan saygının bu kutsal topraklarda da duyulması kadar normal bir şey yok. 

Honey Farm: Burada yöresel bal satışı yapılıyor. Her türlü bal çeşidini alabiliyorsunuz.

Cashewy Nut Factory :Burada ise kaju ile alakalı her şeyi bulabilirsiniz. Zaten hemen önünüzde Taylandlı kadınlar taze taze yapıyorlar. Yapılışını izlemek dahi çok güzel.


PHUKET ’TE NEREDE MASAJ YAPTIRABİLİRSİNİZ?

Dükkan camlarında 'No Sex' yazan her yerde gönül rahatlığı ile masaj yaptırabilirsiniz. Son derece nezih olan dükkanlarda yine çok komik rakamlara masaj yaptırıyorsunuz. Hem de aklınıza gelebilecek her tür masaj. 1 saatlik masaj ücreti 25-30 TL civarında. Diğer dükkanlara yanaşmayın. Pek tekin yerler değil.




PHUKET ’DE NEREDE YEMEK YENİR?

Phuket ’de yaşanan en büyük sorun yemek yeme işidir. Kullanılan palmiye yağının verdiği ağır koku sizi sizden alıyor. Dışarıda yemek satan yerler var. Yemek pazarları olarak  adlandırılan yerlerde yemek yeme imkanınız var. Tabi mideniz kaldırsa. Böceğinden tutun deniz mahsüllerine kadar herşey var ama o kadar mide bulandırıcı ki. İlk günlerde yemeği denedik. Daha sonra Jungceylon Mall avm'de her gün bir restorantta yemek yedik. Önce italyan, sonra Fransız ve en son Alman restorantı. Deutsche Kippe adında ki Alman restoranı favorimiz oldu. Fiyatlarda son derece ucuz. Bunun dışında her yerde Seven Eleven marketleri var. Ufak tefek atıştırmalıklar gününüzü kurtarır.

PHUKET ‘DE DÖVİZ BOZDURMA

Phuket ’in her tarafında exchange ofisler var. İstediğiniz aman gidip bozdurabilirsiniz.

GENEL BAKIŞ

Tayland gidilmesi gereken bir ülke. Edindiğiniz tecrübe ile gerçekten hayattan haz alıyorsunuz. Her ülkenin belli kuralları var ve bu kurallara uyulduğu sürece hiçbir sıkıntı yaşamazsanız. Kral hakkında konuşmayın iyi ya da kötü. Yasa gereği karşınızda Tayland ordusunu bulursunuz. :) Herkes taybox biliyor, boyları ufak diye küçümsemeyin :) 

Mümkün olduğunca çok detay atlamadan anlatmaya çalıştım. Anlatılacak daha çok konu vardır. Aklıma gelenler bunlar. Umarım size faydalı olabilmişimdir. Eşimle birlikte çok eğlenceli vakitler geçirdik. Her türlü soru ve görüşleriniz için 'alpankupsi@hotmail.com' adresinden bana ulaşabilirsiniz.  Bir daha ki blog yazımda görüşmek üzere. Sevgiler.

25 Mayıs 2017 Perşembe

Rakı Kültürü

Neyzen' e sormuşlar, rakı nasıl içilir? Cevabı çok anlamlı ve kısa olmuş. Adam gibi!   Konuya Neyzen'le başlamak içeriğe uygundur diye düşündüm ve verdiği cevaptan da rakıyı herkesin içemeyeceğini anlatmak istedim. Elbette hakkıyla içmekten bahsettiğimi herkes anlamıştır. Rakı cinsiyet ayırt etmez. Kadını erkeği birdir. Bunun içindir ki rakı kültürü ve rakının tarihi hakkında detaylı bilgilendirmeler yapacağım.

Günümüzde bilinenin aksine rakı geçmişinin Osmanlı dönemine kadar dayandığını biliyor muydunuz? Alkole karşı oluşan ön yargıların ayyuka çıktığı bu dönemde rakı ile ilgili yanlış bilinen en önemli konu budur ve bunu kanıtlayıcı en iyi tarih örneği Sarıcazade Ragıp Paşa'dır. 2.Abdülhamit'in Başmabeyincisi( mabeynlerin başı anlamında. Mabeyn ise padişaha dış ilişkilerde bildirim yapan zat anlamındadır.) Tekirdağ yolu üzerinde ilk rakı fabrikasını kuran kişidir. Fabrikanın adı Umurca Rakı Fabrikasıdır. Osmanlıda rakıya Arak, rakının tutkunlarına da Arak-nuş denirdi. Bende Arak-nuş'um diyorsanız saygıyla selamlıyorum sizi :)) O dönemin rakılarından bir tanesi Elif rakısıydı ki bu rakıda anason bulunmuyordu. Tabiri caizse Düz rakıydı ve rumlar bu rakıya Düziko derlerdi. Şekerpare filminin bir repliğinde Neriman Köksal'ın Şener Şen'e düziko teklif ettiğini ortalama herkes bilir :)))

Rakıyla ilgili anısı olan, özlü sözler söyleyen ve aslan sütüyle özdeşleşmiş bir çok ünlü vardır. Adına şiirler yazılan, aşık olunan, sohbetlerin efsane içkisi rakı için anısı olanlardan bir tanesi de Ulu Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'tür.  1923 yılında Kordonda bulunan  Naim Palasta gün batımı rakı içen paşa  Yunan Kralını kastederek 'Sizin Konsti Gelip oturdu mu bu masaya işgal sırasında' der. Cevabın 'evet' olması üzerine 'Peki rakı içti mi' diye sorar. Hayır cevabını aldığında 'E o zaman sormadın mı çocuk, ne halt etmeye almış İzmir'i der. Ey gidi paşam büyüksün gerçekten :)


Rakının olayı kişiden kişiye değişse de, rakı gün batımı sonrası ufak yudumlarda ve eşsiz dostlar meclisi sohbetinde içilmelidir. Rakı sofrasında iş güç konuşmak yerine, aşklardan sevgililerden, kalp kırıklıklarından, sevmek ve sevilmekten konuşulursa tadından geçilmez bu meredin. Yarısına kadar rakı diğer yarısı sudur.İsterseniz de buz.


Türlü türlü mezelerle başlangıcını yaptığınız andan, ara ve ana yemek gelene kadar ki sürede yaşadığınız o muhteşem duyguyu insanoğlu hayatında yaşamaz, yaşayamaz. En son aşamada yediğiniz meyve veya helva rakı masasından kalkma zamanı geldiğini gösterir ki, bu da o günün müthiş duygularla bittiğinin kanıtıdır.

Biliyor musunuz? Rakıyla ilgili söylenecek o kadar çok söz var ki. Maalesef bu satırlara sığmaz. Bu işin sırrı kalptedir. Rakı gönül işidir. Size bu yazımda kendi tecrübe ve duygularımdan birşeyler aktarmaya çalıştım. Hepimizin farklı duyguları vardır bu konuda, duygular farklı da olsa gönüllerimiz bir olduktan sonra bizim yerimiz rakı sofrasında dostlar meclisidir.

Gitmeden sosyal mesajımı da vereyim hepimize. Rakıyı keyif için içelim. Keyfi olmayan hayatın rakısı olmasa da olur. Hadi şerefe....